"Allah Var mı, Yok mu?" Demeden Önce
İnsanlık tarihinin en zor sorusu... Yüzyıllardır tartışılagelen, çoğunluğun "Var", azınlık bir kısmın da "Yok" diyerek cevaplandırdığı bir soru bu. Elbette bazıları da "Bilemeyiz" diyor bu soruya cevaben. "Varsa da yoksa da bilinemez ki!" diyorlar.
Bilenler bilir, Kur'an'ı Kerim'de Hz. Musa ile alakalı bir bölümde, Musa Peygamber, takipçilerine bir buzağıyı kurban etmelerini salık verir. Ve bu emrin de bizzat Allah tarafından kendilerine iletildiğini söyler. Ancak kıssanın devamında, takipçilerin, tabiri caizse buzağıyı kesmemek için çeşit çeşit sorular sorarak, emri uygulamamak için çaba sarf ettiklerini okuruz. Bu kıssa insanların hakikati kabul etmek konusunda ne kadar da isteksiz olabileceklerinin haberini vermektedir aslında. Okurdan ricam, Kur'an'dan bir örnek vererek tarafgir davrandığımı düşünmeden önce, kıssanın verdiği mesajın ne olduğunu anlamaya gayret göstermesidir... Yani ben, "Burada anlatılan güzel bir hikmet var, tüm sorularımızdan bağımsız kalıp, önce buna bir göz atalım" demek istiyorum. Neden mi? Çünkü ayetlerde ifade edilen hikmet, "Hak olanı öğrenmek istemeden önce, onun ağırlığını kabul edebilecek misin?" sorusunu yüzümüze çarpıyor da o yüzden...
Bu da demek oluyor ki bize düşen ilk görev, arayışımızda samimi olmaktır.
Bunu her iki tarafın -inançlı ve inançsızların- bakış açısıyla değerlendirelim: İnançlı bir insana, Allah'a inanmamanın sebeplerini açıkladığınız zaman, onun sizi dinlemediğini, dinlemek bile istemediğini veya dinlese dahi söylediklerinize kulak asmadığını görseniz; yahut tam tersi, inançsız bir insana Allah'a inanmanın sebeplerini açıkladığınız zaman, sözünü ettiğim tavırlarla karşılaşsanız, ne düşünürsüz? "Yahu arkadaş, adam doğruyu bulma gayretinde değil ki!" demez misiniz? İşte ben de diyorum ki, Allah'ın varlığını ve yokluğunu uzun uzadıya tartışalım, delillerimizi ortaya koyalım... Amenna! Ama kendimize şunu da soralım: Cevap, benim arzu etmediğim bir şey olsa da arzularıma, heveslerime veya korkularıma yenik düşmeden onu kabullenebilecek iradeye sahip miyim?
Zannediyorum ki çağın insanının en büyük problemlerinden birisi bu soruyu kendisine sormaktan kaçınmasıdır. Doğrusu, bu soruyu sormak zorunda kalacağı bir araştırmanın içine bile girmeden yaşamasıdır da diyebiliriz... Tüm tartışmalardan bağımsız olarak biliyoruz ki bir insan arzularına, isteklerine veya heveslerine esir olarak yaşadığı taktirde, samimi olamaz ve doğru cevaplara ulaşamaz. Hal böyle olunca gönül rahatlığıyla şu sonuca ulaşıyoruz: Allah var mı yok mu, din nedir, peygamberler neden gönderilmiştir gibi dini muhtevalı sorulara cevap aramadan önce, kendimizi sorgulama zahmetine girmemiz gerekiyor.
Mesele Dertlenmek!
Ne dedik: "Parolamız, samimi olmak!" Allah'ın varlığı ve yokluğu konusunu tartışmadan evvel, cevabı ararken dertlenmek ve samimi yaşamak gerekiyor. Tıpkı -yeniden Kur'an'dan bir örnek olacak ama- İbrahim peygamber gibi... Nasıl ki o kendi çağında, bozulmuş ve tahrif edilmiş bir dini inancı reddederek, tüm yargılamalara, ithamlara, suçlamalara ve halkı tarafından ateşe atılmasına rağmen doğrunun peşinden gitme erdemini gösterdiyse, bize düşen de aynen onun yaşadığı şekilde yaşamaktır. Yani, çocukluğumuzdan itibaren ana babamız tarafından bize öğretilen her şeyi sorgusuz sualsiz kabul etmememiz gerektiği gibi, yıllar sonra, öğrendiğimiz derme çatma bilgileri protest bir tavırla inkâr edip, "Allah varsa da yoksa da beni ilgilendirmez ya!" minvalinde bir tavır takınmamak gereklidir.
Oysaki ne yazık ki bugünün dünyasında ve Türkiyesinde, ne samimi ne de hakiki insan bulmak çok zor. İnsanların dertlendiği meselelere bir bakalım ve doğruya doğru konuşalım: Dünya genelinde savaşlar almış başını gidiyor, İsrail Filistin'i yok ediyor, Amerika ve Rusya arasında sıkışmış dünya devletleri büyük fillerin topukları altında eziliyor, zalim hükümdarlar dünyaya kan kusturuyor... Türkiye'de açlık sınırının altında yaşamaya mecbur bırakılan halk, hırsızlığa, yolsuzluğa, torpile gömülmüş, genç kızlar ve erkekler zina, kumar ve uyuşturucu bataklığına batmış, aldatmalar ve boşanmalar zirve yapmış, siyasiler koltuk sevdasından sarhoş olmuş vaziyette, adalet ise hak getire... Yenidoğan bebeklerin katledilmesini dile getirmiyorum bile! Sahiden, bizim derdimiz ne?
Acaba bu dünyaya, içinde yaşadığımız topluma bir bakınca, peygamberleri öldürerek Allah'a isyan eden, iyiyi ve güzeli değil de kötülüğü isteyen eski kavimler gibi bir toplum görmüş olmaz mıyız? Bizler böyle yaşarken, nasıl tam anlamıyla bu zorlu soruya cevap verebiliriz ki?
Açık konuşmak gerekirse, dünyanın ve ülkenin, kısacası insanoğlunun hali bu kadar içler acısıyken, insanın bu soruyu kendisine sorma hakkını kendinde bulması bile kanımca yanlıştır... Hele hele, sordu diyelim, sorduktan sonra da haşa Allah'ı inkâr etmeye kalkması haydi haydi yanlıştır...
Çünkü, bir yanda bizi yaratan, varlığımıza can veren, bizlere ağız, burun, gözler, kulaklar, dil, mide, kalp, bağırsak vb. organlar veren, dinlenmemiz için geceyi, rızkımızı bulmamız için gündüzü yaratan, yeşillikler, çeşit çeşit meyveler ve sebzeler, yağmurlar, denizler ve göller... Kısacası, saymakla bitiremeyeceğimiz nimetler bahşederek bizleri yoktan var eden bir varlık hakkında, Firavunvari bir tavırla sorular sorarak O'nun varlığını tartışma konusu yapmak bile yanlıştır. Ha! Birtakım delilleri incelemek, sorgulamak ve neticede Allah'ın varlığına dair inancımızı sağlamlaştırmak ayrı bir konudur; lâkin ne olursa olsun böyle bir sorgulama neticesinde ise O'nu inkâr etmek de, kelimenin saf anlamıyla nankörlük etmektir. Bittabi aynı biçimde, Allah'a inandığı halde, haşa O yokmuş gibi yaşamak, gönül eğlendirmek de bir o kadar nankörce yaşamaktır.
Demem o ki, halimiz böyle içler acısıyken, kibre kapılmaksızın hakikatin peşinde koşalım, ona boyun eğelim. Aksi halde yaşadığımız şu kısacık hayatı, bir hiç uğruna heba etmiş oluruz.
Yorumlar
Yorum Gönder